Sökeyim Böyle Örgün Eğitimi

Yıl 2002 ve sömestir tatiliydi. Hem ODTÜ’de okuyan abimi ziyaret etmek hem de 2 sene sonra gireceğim üniversite sınavına çalışmak maksatlı şevk depolamak için Ankara’ya doğru yola koyulmuştum. Öncesinde bu gezinin bir benzerini İstanbul’a yapıp en iyi denilen birkaç üniversiteyi de ziyaret etmişliğim vardı.

Tanıdığım en güzel birkaç insandan biri olan abim beni çok güzel ağırlamış, bir hayli yoğun ders ve sosyal hayat temposunun içinde bana gereğinden fazla vakit ayırmıştı. Bugün ne biliyorsam ona borçlu, ne bilmiyorsam ondan alacaklıyım.

Önce kendi okuduğu Orta Doğu Üniversitesini gezdirmiş, hem beton ve toprak hem de sosyal yapılardan bahsetmişti. Çok içime sinmese de bir lise öğrencisi için hayâl edilebilecek en iyi üniversitelerden biriydi. Abimin arkadaşlarıyla oturduğumuz sohbetlerde onlar muhabbetin kendisinden zevk alırken, ben muhabbetin kalitesiyle demlenirdim. İnsan hep erişemeyeceği muhabbetlerde bulunmalı ki terakki edebilsin, bunu da o yaşlarımda gördüğüm üst seviye muhabbetlerde idrak edecektim.

Muhabbetlerin demi bana yeterdi bir üniversiteyi kazanmak için ama ben bunu o yıllarda bilemeyecektim. Abim her ne kadar anlatmaya çalışsa da, üniversite sadece maaş alabilmek amacıyla diploması alınması gereken bir beton ve ağaç birikintisiydi bizim için. Başkasının yanında çalışan olabilmek için hayatımızın en güzel yıllarını sevmediğimiz şeylere harcamalıydık.

Gelelim bu yazının asıl mevzusuna…

Abimin üniversitesini gezdikten sonra hemen bitişiğinde bulunan Bilkent Üniversitesini de gezmeye gittik. Mimari daha güzel ve derli toplu, ortamlar daha nezihti. Hem kampüsüne, hem de orada olma hayalime vurulmuştum. İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesinin önünde durmuş binaya bakarken abime ¨Demek iki sene sonra bu binada okuyacağım¨ dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Nitekim bu hayalim de gerçek oldu ve iki sene sonra o fakültedeki bölümlerden biri olan Siyaset Bilimine ilk öğrenci olarak kabul almıştım. Zaman zaman gururlandığım, sonrasında yaşadıklarım aklıma gelince boşuna gururlandığımı farkettiğim bir hadisedir.

Evet, Türkiye şartlarında en iyi üniversitelerden biri olarak geçer Bilkent Üniversitesi. Fakat bunu her anımsadığımda diğer üniversiteler için bir üzüntü kaplar içimi; Bilkent buysa diğerlerinin durumu nedir diye.

Neyi iyi diye sorduğunuzda en çok öne sürülen sebep hocalarıdır. Adını bile söyleyemediğiniz, dünyanın farklı yerlerinde tutunamamış ve evet hayatı boyunca birşeyler araştırmış; arada bir kalitelisi de çıkan yığınla hocası vardır. Türk hocaları yurtdışında eğitim görüp oralarda tutunamamış; yabancı hocaları da batıda tutunamayıp şartları iyi olduğu için gelmiş birçok hoca. Bu paragrafımı biraz abartılı ve ön yargılı bulanlarınız olacaktır mutlaka. Lakin ben bu üniversitede 5 yıl harcadım ve internette bulabileceğim bilgilerin dışında birşeyler anlatıp gözümüzü açabilecek bir hocaya denk gelmedim.

Bir anımı paylaşayım. Sanırım adını versem sorun olmaz; Ahmet Özer adında bir edebiyat hocası vardı. Doçent midir, doktor mudur, profesör müdür hatırlamam. Pek umrumda da değil açıkçası. Veremediklerini hayatımın ileriki safhalarında görünce adının başına ne geldiği umrumda bile değil. Beni beş yılda nasıl bir insana dönüştürebilecekken yetersizlikleri ve/veya umursamazlıkları sebebiyle ömrümden beş yılı israf ettikleri aklıma gelince çok şefkat hissedemiyorum.

Ahmet Özer hoca her hafta bir mekana gezi düzenler ve gezdiğimiz yerde gördüklerimizi yazmamızı ister; yazdıklarımıza her hafta not verirdi. Derslerinde nasıl yazacağımızı ya da yazarken nelere dikkat etmemiz gerektiğini öğretmişliği de yoktu. Lakin her hafta yazdırır ve yazdıklarımıza bir not verirdi.

Bir keresinde Ankara’dan kalkıp İstanbul’a sınıfça seyahat etmişler, bense her öğününü kahvaltılık ve makarnayla geçiren maddi durumu zayıf bir öğrenci olduğum için o geziye katılamamıştım. Gidenlerden öğrendim ki Ahmet hoca Sarayburnu hakkında yazı yazmamızı istiyor. Evet, geziye gidememiştim ama elimin altında internet vardı.

Bilgisayarda bir Sarayburnu resmi açtım ve çayımı koydum. Bir yudum aldıktan sonra başladım yazmaya. İstanbul’da daha önce yaşamadığım için İstanbul’u halâ seviyordum. Resimlerde dünyanın en güzel şehriydi o zamanlar. Şimdilerde hangi filtreyi uygularsanız uygulayın çirkinlik akıyor yüzünden. Bizim yüzümüzden…

Daha önce de söylediğim gibi; zihniyetimiz bozuktu ve dersleri geçmek için okuyorduk. Bir idealimiz yoktu, sadece aç kalmaktan korktuğumuz için bir işverene kendimizi yamamak için o diploma denen kağıt parçasından bize de versinler istiyorduk. İşte o yüzden gitmesem de o yazıyı yazmalı ve o dersten geçer not almalıydım. Zaten notların en iyisi de geçer olanıdır; iyi veya kötü not yok, az çay vardır.

Her neyse, birkaç hafta sonra yazdığım tüm yazılardan aldığım notları öğrenmek için Ahmet hocanın yanına uğramıştım. Dosyasından yazdığım yazıları çıkardığında hepsinin üstüne notlar yazdığını görmüştüm. En üstte de Sarayburnu hakkında yazdığım gezi -ya da gezmedi- yazısı vardı.

Yüz puan vermişti yazıya Ahmet hoca ama yüzünde yüz yoktu. Sebebini anlamasam da çok umrumda değildi, yüz versindi, yüz vermese de olurdu.

Birkaç saniyelik sevimsiz bakışmanın ardından o can alıcı, beni edebiyata aşık eden (!) soruyu sordu: ¨Bunu sen mi yazdın?¨

Şimdiki aklım olsa, size saygımdan ötürü burada yazamadığım şeyler söylerdim kendisine. Sesli olarak dile getirdim o anı tekrar yaşayınca ama buraya yazmıyorum.

İşte size kısa bir anı Türkiye’nin en iyi üniversitesinden… Hocaları çok kaliteli olan üniversiteden bir kuple. Bunun benzeri birçok anım olsa da paylaşıp ülkenize olan hevesinizi yitirmenize sebep olmayayım. Siz yine sevin ama aşık olmayın. Zira ülkemize olan aşkımız gözümüzü kör etmiş. İnsan aşık olduğunu eleştiremez ya, o hesap batmışız, çürümüşüz haberimiz olmamış.

Ülkesini dengeli seven akıl sahiplerine selam olsun!